YÜKSEL PAZARKAYA'DAN

"DUMANI ÜSTÜNDE"

BİR KİTAP

 

Mölln ve Solingen'den Sonra

ALMANYA ÜZERİNE

Sis Çanı Yayınları Mart 1995, 184 Sayfa

Doğu Bloku'nun çökmesiyle Almanya birleşip büyür, daha da güçlenirken, buna en çok sevinenler Türkler olmuştu, öteki azınlıklar olmuştu. Oysa ne umutlara kapılmamıslar, ne düsler kurmamışlardı ki... Ama sadece korku ve ölüm düştü onların payına bu yeni dünya düzeninde. Irkçı saldırganlar, Hoyerswerda'dan Mölln'e, Solingen'e kadar birçok yerde insanları evlerinde gece uyurlarken diri diri yaktılar... Yakmak istediler... Hükümet yetkililerinin işi hafife alması, mahkemelerin ırkçı saldırganları "işsiz, çaresiz zavallı gençler" diyerek salıvermeleri veya verdikleri sudan cezaları da tecil etmeleri, hele hele yargıçların ve güvenlik görevlilerinin arasında Nazi sempatizanlarının da bulunduğunun anlaşılması, bu ırkçı saldırganları daha da cüretlendirmişti çünkü. Solingen cinayetinden bu yana geçen bir yıl içinde toplam yedi bini aşkın ırkçı saldırı daha oldu Almanya'da... Niçin?

İste,Yüksel Pazarkaya" , Almanya'nın ünlü yedi yazarıyla, "Mölln ve Solingen'den sonra Almanya üzerine" yeniden düşünerek bu soruya yanıtlar arıyor.

"Söz uçar, yazı kalır!"

Yüksel Pazarkaya yaşamının büyük bir bölümünü Almanya'da dolu dolu geçirmis bir yazar. İki Almanya'nın birleşmesi süreci içinde azınlıklara reva görülen hareketlerden, Mölln ve Solingen olaylarından sonra bu konuda dostu ünlü Alman yazarları ile söyleşmiş. Söyleşilerin küçük bir bölümünü radyodan duyurmuş dinleyicilerine. Ses dalgalarıyla Almanya'nın yakın tarihine ayna olacak bu çalısmanın havaya uçup gitmesine gönlü elvermeyince, metinlerin tamamıyla bir kitap oluşturmuş ve ortaya ilginç, bitirmeden, elden bırakılamayacak, derli toplu bir Almanya çözümlemesi çıkmış.

Sık sık duyduğumuz "Almanya'da neler olup bitiyor?", "Niçin?" sorularına hık mık ederek kaşınmak, önyargılı, klişe yanıtlar vermek, yaşanan ırkçı şiddet dalgasının salt Almanya'nın birleşmesiyle ortaya çıkan karşıklıkların güçlüklerin, değer yıkımlarının, kimlik rahatsızlıklarının ve pusulasızlığın doğal sonucu gibi görmek yerine, artık olayları Almanya'nın çok uzaklarda kalmış gibi görülen elli yillik yakın tarihini, gelişimi içinde tüm toplumsal boyutlarıyla da gözler önüne seren bu kitaptan, Pazarkaya'nın "Federal Almanya'da yaşanan yılların deneyiminden süzülmüş" sorularından ve seçme Alman/Almanyalı aydınların yanıtlarından yararlanabilirsiniz.

"İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra parçalanan ve küçülen Almanya'dan ortaya çıkan iki devletin, birbirine ters ve düşman iki yolda ve yönde kırk yıl gittikten sonra birleşmesi tarihsel bir olaydır. Bu boyuttaki tarihsel olaylarin önceden tasarımıysa olanaksızdır." diye başlıyor Pazarkaya kitaba ve aslında iki Almanya'nın birleşmesini dilemekle birlikte, en azından baslangıç ve geçiş süreçlerinde bir konfederasyon kurulması gerekliliğinden söz edip, birleşmenin aceleye getirildiğini vurguluyor. Ortaya çıkan sorunların yalnız ekonomik olmadığının altını çizen yazar, kırk yıl iki ayrı ülke olan Almanyalar'ın aralarındaki derin uçurumlara parmak basıyor. "Bir yanda benliklere işlenen sıyrıklar, öbür yanda elindeki varlığı bölüşmek zorunda kalmaya karşı iç direnişler, birlik duygusunun gelişmesini engelliyor, karşılıklı sert, nobran sözlere ve tepkilere yol açıyor."

Kitabı okudukça hos sürprizler de çıkıyor karşımıza. Berlin duvarı hakkında 1961 yılında yazılan duvarla ilgili belki de ilk şiirin Yüksel Pazarkaya'ya ait olduğunu öğreniyoruz. (şiir 27 Kasım 1961 yılında yayınlandığında Yüksel Pazarkaya da 21 yaşındadır.)

YANGIN DUVAR eşkiya duvar, kulak vermez,/sağır, bayrak kaskatı./adsız duvar.yaşamı seçtim./kör duvar./türlü duvar vardır acunda./yangın duvar bile./yürek bir yangın duvarda biter/ve tükenir gider./türlü duvar vardır acunda./kıyacı duvar bile./yangın duvar./yüreğe bir yangın duvar düşer/ve yiter gider.

Pazarkaya'ya göre Almanya'daki olayları yansıtmada yazarlarca deneme türüne öncelik tanınmaktadır. Kitabın 30 sayfalık yalnız yazara ait ilk bölümünün yine önsözümsü bir deneme oluşu bu saptamayı kuvvetlendiriyor. Tek tük şiir, roman türünde ürünler verilse de (F.C.Delius'un Armut Ağacı anlatısı gibi) bunlar olayların bütünlüğünü vermekten şimdilik uzaktadırlar. Tiyatro alanında da henüz doyurucu bir örneğin görülmediğini saptamakta yazar. "Alman dönüşümü üzerine heyecan veren bir oyun yok henüz. Böyle bir romanı, gerçek bir romanı da daha beklemek gerekiyor.

Oyun ve roman, epik ve dramatik genişlikleri içinde, oldukça saltık bir yaklaşım için en üst yetkinlikteki yazın türleridir." Belki de pratikliğinden ötürü olsa gerek Pazarkaya da deneme türünün yanında söyleşi türünü seçmiş bu tarihi yansıtmada. Pazarkaya kitabın kendine ait ilk bölümüne geçiş süresi şiirlerinden de alıp çevirmis. Kitabın ilk bölümünde bu denemelerden ve şiirlerden örnekler var. Birleşme olgusuna sarılanların nasıl hüsrana uğradığına Reiner Kunze'nin şu siiri iyi bir örnek: Duvar / 3 Ekim 1990/ Yerle bir ettiğimiz zaman bilmiyorduk/onun ne kadar yüksek olduğunu/içimizde/Alışmştık/ufkuna/Ve sütliman havaya/onun gölgesinde/kimsenin gölgesi vurmazdi/yere/işte soyunmuş duruyoruz/her türlü maazeretten. Yüksel Pazarkaya, kitabın giriş bölümünde, „bu konularla ilgili konuşmalar yapılırken yabancı kökenli yazarlar da yok sayıldılar, tartışmalara davet bile edilmediler. Ben de böyle birşeyi gerekli gördüm ve yazar arkadaşlarımla Almanya'daki yeni kimlik sorularının ve ırkçılığın olası geleneklerini irdelemek üzere bir dizi konuşmalar yaptım“ demekte ve onlarla birlikte su sorulara yanıtlar aramakta ancak yalnız yabancı yazarların değil tüm yabancıların varlığının bile ayrımsanmamasına da aslında pek o kadar şasırmamaktadır. "Almanya'daki göçmenler ya da azınlıklar, başlangıçta Almanya'nın birleşmesine bazı Alman asıllılardan daha büyük coşkuyla sevindiler. Oysa, bu tarihsel süreçte onların tepkisini soran ve arayan yoktu. Ama alınganlığa da gerek yok. Karar anında, 4 Kasım 1989 günü doğu Berlin'de Stalinist rejime karşi gösteri yapan yüzbinlerin ve Stefan Heym'dan Christa Wolf'a kadar bu yığınlara seslenen konuşmacıların, ama aynı zamanda Günter Grass'tan Walter Jens'e kadar batı Alman aydınların görüşlerini ve tepkilerini de arayan soran yoktu. Bu ortamda azınlıkların varlığının bile ayrımsanmaması, şasırtıcı değil..." Yüksel Pazarkaya'ya göre "Almanya'daki göçmenler de, tıpkı Birinci Dünya Savaşı'nda gönüllü yazılan Musevi Alman yurtseverleri gibi, sağlanan birleşmeyi en içten koşulsuz nedensiz ve hiçbir ikircime düşmeden benimsediler. Bu tavır, bir yandan onların inançlarının ifadesiydi, öte yandan azınlıklar, ulusal kimliğinden hoşnut Almanlarla daha iyi, daha uyumlu bir birlikte yaşamayı ve birlikte çalısmayı umuyorlardı. Bu istemleri gerçekleşmedi."

Pazarkaya'nın denemesinde yanıtlar aradığı ve yazar arkadaşlarına da yönelttiği ana sorular şunlar:

-Hoyerswerda, Rostock, Mölln, Solingen, Magdeburg gibi yerlerde meydana gelen olayları tarihsel ve düşün tarihsel açıdan nereye yerleştirebiliriz?

-Bunlar, Almanya'da, Avrupa'da giderek dünyada yaşanan güncel çalkalanmaların yarattığı görünümler midir?

-"Alman kimliği" nedir ve olayların kimlik sorunuyla bağlantısı var mıdır?

-Son yıllarda yasanan bu olayları, aynı zamanda ne ölçüde reformasyon ve aydınlanmadan bu yana Alman düşün tarihinin sorgulanması olarak değerlendirmek mümkündür?

-Kurban ya da mağdurların bu gelişmede payları olabilir mi?

-Yabancı düşmanı, ırkçı şiddete karşı ne yapılabilir, ne yapılmalıdır?

Bu sorular ve kitabın kapağındaki "Solingen, Möln sözcüklerine bakınca kitapta yalnız iç karartan saldırı olaylarının irdelendiği sonucu çıksa da bu sonuç kitabın içeriğini eksik anlatacak bir sonuç, zira kitapta Goethe'nin Faust'undaki üstün insan figüründen, Hölderlin'in faşistlerce suistimaline, aydınlanmacılık tarihinden, günümüzdeki aydınlanmacılığın nasıl olması gerektiğine, yazın türlerinin işlevlerine kadar geniş yelpazede gezintiler yapmak, yazın tadi almak mümkün. Basta da belirttigimiz gibi konusmalar ilk önce radyo için düsünülmüs olduğundan yani basılması amaçlanmadığından okuyanlara belki daha da otantik oldukları kanısını uyandırıyor. Radyo -arşivleri saymazsak- kalıcı bir medya türü olmadığından, sanki konuşmalar daha doğal, hatta "bu konuşmaların kitap yapılacağını bilseler başka türlü konuşurlardi" dedirtecek cinsten yer yer. Yüksel Pazarkaya'nın konuşmaların havaya uçmasına gönlünün razı olmayışı burada bir tür gizli kamera işlevi görüyor adeta. Gazetecilikten tanıdığımız -örtülü yöntem- önceden planlanmamış olarak da olsa işlevini yerine getiriyor, okurlari meraklandırıp, bir perde arkasını izlettiriyormuş hissi veriyor. Günter Walraff'ın kılık değistirmeleri kadar uçta olmasa da farklı medya için düşünülen konuşmaların kitaplaşması çekici.

Kitabin tanıtımındaki "Doğu bloğunun çökmesiyle Almanya birleşip büyür, daha da güçlenirken, buna en çok sevinenler Türkler olmuştu, öteki azınlıklar olmuştu" tümcesine ise Kreuzberg'i örnek alırsak katılmak oldukça zor. "Onlar mutlu olursa, bizlere de yansır!" diye düşünülse de, "Bunlar daha birleşmeden bize böyle düşman, burunları havada yarın Avrupa'nın en güçlü ülkesi olunca o zaman ne olur kim bilir?" diyenlerin sayısı sevinenlerden çoktu diye düşünüyorum.

Yüksel Pazarkaya'nın çalısması özellikle Almanya'da yaşayanları yakından ilgilendiriyor. Yarının Avrupası'nın gerçek yüzüyle kavranması için kitapta büyük ipuçları var... Sözü fazla uzatmadan kitaptan ilginç bazı bölümlere kulak verelim:

Yüksel Pazarkaya'nın konuşma yaptığı ilk yazar 1944 Wetzlar doğumlu roman, öykü, deneme ve şiir üzerine yazılarıyla tanınan Haiti Trilogyasi adlı üçlü romanı olan Hans Christoph Buch. Buch Berlin'de yaşamakta.

"DEMEK DÜŞMAN İMGESİ OLMAYINCA BU SİSTEM YAŞAMIYOR!"

Uzunca konuşmanın bir yerinde Buch şiddete karşı olduğunu ve bundan ne anladığını şöyle dile getiriyor: "bir kişiye sormak isterim, ideolojin adına her türlü ya da belli cürümlerin işlenmesine izin verir misin, yoksa vermez misin?" Yanıt, "evet, bu değerler, gerçekleşmeleri için her seyin mübah sayılacağı denli saltıktır ise, o zaman işte devrim adına, Allah adına ya da Hıristiyanlik adına ya da ilericilik ya da kapitalizm adına her şey mübah, demektir. Kim böyle gerekçeler ileri sürerse, rasyonel düşünme zeminini terkeder ve sözünü ettiğim garabetlere kapı açar. Buna karşılık, kim karşındaki kişiye, senin dinine ya da dünya görüşüne saygılıyım, ama bu dünya görüşü adına cürüm işlemeye, yasaları çiğnemeye hakkın yok derse, bu örnek olarak evleri kundaklamanın, sokakta insanlara tasallut etmenin ya da insanları dövmenin, hele öldürmenin, yasak olduğu yalın gerçeğini içerir. Söz konusu olan işte bu asgari uygarlıktır." deyip, insanlari asgari uygarlığa davet ediyor. Buch'un "Demek düşman imgesi olmayınca bu sistem işlemiyor" tümcesiyle yabancı düşmanlğının işlevselliğini işaret etmesi de söyleşinin ilginç noktalarından. Buch, Pazarkaya'nın bir sorusuyla sıkışıp, „Herkese“ diye tüm kamuoyuna basın aracılığıyla duyurduğu mektubunda maalesef yalnızca Alman yurttaşlarını ve okurlarını düşündügünü itiraf ediyor. Diğer bir minik itiraf  ise dolaylı. „Benim Türk arkadaşlarım, sadece yazarlar, kültür çalışanları... Onların, Anadolu'dan, ya da taşradan buraya çalışmaya gelen insanlarla hemen hiç ortak yanları yok. Ama buna karşılık benimle, Berlinli bir aydınla, ortak yanları çok.“ derken Almanlaşmış yabancılara sempati çağrışımları yapıyor ve asıl söz konusu yabancılarla pek fazla da tanışık olmadığıni hissettiriyor. Konuşma Buch'un "Zengin bir kültüre, felsefe ve bilime sahip bir ulusta Hitler'in iktidara gelebilmesi ibret vericiydi. Bu bizi her zaman düşündürmelidir."sözleriyle sona eriyor

Kendisine sorular yöneltilen ikinci yazar 1940 Roma doğumlu Friedrich Christian Delius. Delius şiir ve romanlarıyla tanınmakta. Yazarın yazdığı „Ribbeck'in armutları“ Almanya'ların birleşmesini konu edinen belki de ilk kitap. Mogadişu adlı kitabı Türkçeye de çevrildi.

"BEN NEREYE AİTİM?"

F.C.Delius, Alman kimliği sorununun aslında Alman kimliği arayış sorunu olduğunu dile getiriyor. "Yani ben nereye aitim sorusu. Doğuya mı, batıya mı, güneye mi? Ülke bir anlamda dinle bölünmüş, yarısı katolik, yarısı protestan. Yarısı kuzey, yarısı güney. Biz aslında neyiz sorusu bu. İşte benim tam olarak anlayamadığım soru da bu. Zira insan bu soruya biraz daha rahat da yaklaşabilir. Biz işte buralıyız diyebilir. Alman kimliği sorusunu da noktasına ve virgülüne kadar tanımlamak gerekmez. Benim bu konuya yaklaşımım çok daha rahat, ama anlaşılan bu herkesin harcı değil. Delius'a göre yeni milliyetçilik de, şimdilik bazı yankılar uyandıran ama, az ya da çok umarsız bir denemedir. Delius'a göre umarsız da dese bu saldırı, yakma olaylarına karşı geleceğe vicdani rahat bir şekilde bakmak henüz olası değil, yeterince girişimde bulunulmuş da değil. Pek çok Alman'ın henüz Almanya'nın nüfusundan bile bihaberken, üçüncü dünya ülkelerinde, dünyanin zengin ülkelerinden daha çok göçmen yasadığıni bilmelerinin beklenmesinin nafile olduğunu söylüyor. Eğitimin önemini vurguluyor ve “yabancılardan arınmış bir Almanya”  fikrinin gerçekleştirilmesi hiçbir zaman mümkün olmayan bir deli saçması olduğunu savunuyor.

Kitaptaki sorulara yanıt veren üçüncü konuşmacı, bütün dünyada en tanınmış Alman şairlerinden biri olan, bazı yapıtları dilimize de çevrilmiş Hans Magnus Enzensberger. Büyük Göç (Die Grosse Wanderung) adlı 1993 yılında çıkardığı son deneme kitabında özellikle son yıllarda yeryüzünde yaşanan büyük göçleri irdelemekte.

"ROMANLAR'IN BAZI ALIŞKANLIKLARI BİLİNİYOR"

Enzsensberger Almanya'da gelişen son olayları küresel bir olgu olarak saptıyor ve tüm dünyada yayılan bir olay olduğuna dikkat çekiyor. "Molekülsel içsavaş" terimini kullanıyor konuşmada. Almanya'da yaşanan otuz yıllık rahat döneminde insanların büyük sorunlara kafa yormak yerine yüzde bir fazla zam mı isteyelim, yüzde bir az mı gibi sorunlarla uğraştıklarını ve birdenbire iki büyük meydan okumayla karşılaşıldığını söylüyor. Enzensberger'e göre meydan okumalardan ilki iki Almanya'nin birlesmesidir ki, bu devasa ve hiç hesapta olmayan bir problemdir. İkinci sorun da göç olgusudur. Yılda yarım milyona yakın göçmen akını."Ve bu toplum ruhsal, entelektüel ve moral olarak, bu meydan okumalardan ne birine hazırlanmıştır, herhangi bir biçimde ne de öbürüne..." Enzensberger şiddet olaylarına daha başından beylik özürler bulmayı, konuyu dış etkenlerle, ekonomiyle, aileyle, iki Almanya'nın birleşmesiyle açıklamayı büyük hata olarak değerlendiriyor, "hatta kendisini yalnızca dış etkenlerin bir sonucu olarak görmek, insanı bir tür alçaltmadır bence." diye bakışını daha da açıyor ve sert cezalardan yana olduğunu dile getirirken aynı zamanda özellikle eski DDR'de insanların çıkaryolsuz, perspektivsiz, lüzumsuz durumlar yaşamak zorunda olmalarından arındırılmalarının gerektiğini de vurguluyor. Azınlıkların da 30 yıl içinde temel hatalar yapıp yapmadıkları sorusu ve "karşı taraf yani yabancılar ne yapabilir?" sorusu yöneltildiğinde Enzensberger'in yanıtı şöyle: Bu Enzsensberger'e ve diğer yazarlara da yöneltilen biraz da tuzak kokulu sorulardandır; Enzsensberger Yabancılar'dan söz ederken de buraya çağrılanlar ile sığınma isteminde bulunanlar arasında kavram olarak büyük bir fark olduğunu söylüyor. "Sonra sığınmacilar sorunu var. Buysa, oldukça değişik bir görünümdedir. Tek tek araştırılırsa görülecektir ki, bunların arasında, örneğin eski Sovyetlerden salt suç islemek amacıyla kaçıp gelmis çeteler vardır. Elbette bu gibilerin önünü almak gerekir. Ayrıca bir yabancı ülkeye geldiğin zaman, mutlaka uyması gerekli olan asgari uyumu sağlamakta bile büyük güçlük çeken gruplar var. Şunu demek istiyorum: Ben bir İslam ülkesine gittiğim zaman herhalde elimde viski şişesiyle ortalıkta dolaşmam. Bu hakkı kendimde görmem. Orada yaşamak istiyorsam, o insanların kurallarına karşı herhangi bir biçimde saygılı olmam gerektiğini de bilmek zorundayğm. Yoksa hır çıkar, bu çok açık. Başka topluluklar da var tabii... Romanya'dan gelen göçü düşünüyorum. Bunu ırkçı bir anlayışla söylemiyorum kesinlikle, bu bir suçlama da değil yani. Ama Çingene ve Romanlar’ın bazı alışkanlıkları da biliniyor. Sayıca kalabalık bir biçimde burada varolmak istiyorlarsa, bu alışkanlıklarından vazgeçmek zorundadırlar. Vazgeçmezlerse hır çıkar. Bu söylenebilir." Enszensberger'in konuşmasının bu bölümü biraz talihsizce ve her türlü yoruma açık. Ensenzberger ayrıca göçmenler içinde de demagogların varlığından yakınıyor. “Bunlar insanların sorunlarını ve sıkıntılarını araç olarak kullanmayı istismar etmeyi, kendilerine politik bir şans olarak görüyorlar.” deyip Alman toplumundaki demagogları da gözardı etmediğini sözlerine ekliyor.

Pazarkaya'nın konuşma yaptığı aydınlardan biri de Alman P.E.N. Kulübü'nün 1990'dan bu yana başkanlığını yapan Gert Heidenreich. Heidenreich 68 kusağını hala içinde yaşatabilen ender yazarlardan. Oyunları, romanlari, şiirleri, öyküleri, denemeleri ve çocuklarla ilgili yazıları kitap halinde yayımlanan Gert Heidenreich'ın “Taş Toplayan Kadın” adlı romanı Türkçe olarak da Yüksel Pazarkaya'nın çevirisiyle yayınlanmıştır.

"UĞRUNA SAVAŞILMAMIŞ DEMOKRASİ"

Heidenreich bu aşırılıkların, doğrudan yabancılara yönelik cinayetlere kadar varmasını, eski Nazi ideolojisi kalıntılarının Federal Almanya'da yıllardır hafife alınmasına, hatta yadsınmasına bağlıyor. Şimdilik bölük pörçük örgütsüz yürütülen saldırıların bir gün sistemleşmesinden çekindiğini belirtiyor."Gerçi henüz parça parçadır. İç yönetim kavgaları vardır, bu yüzden bir bütün değildir, ama zekası ve karizması uygun bir kişinin ortaya çıkması yeter. Benim asıl büyük korkum da bu. Ve aralarında ergeç anlasacaklardır, kuşkum yok." Ama Heidenreich'e göre daha büyük tehlike bazı aydınların savcı kimliğine bürünmeleridir. "Doğallıkla bu ülkedeki mağdurlar, her şeyden önce yabancı yurttaşlar, şu an gerçekten somut olarak korkmaktadırlar. Ama uzun vadede, demokrasinin varlığı için, aydınların savcı sıfatıyla Alman kimliği konusundaki sorulara yönelmeleri, şu anki oluşumdan daha tehlikelidir bence." Gerd Heidenreich Almanya'daki demokrasi geleneğine ve demokratlara da pek güvenmiyor. Örnek olarak Almanya'da son yıllarda ardı ardına yaşanan politik skandalları gösteriyor. Genç insanlarda demokrasinin ise yaramadiği havası uyandııildığından yakınan Heidenreich "Demokrasinin mercileri ve temsilcileri bir kez kendilerini değersiz kilarlarsa o zaman halktan da demokrasinin ayakta durması için, etkin ve eleştirel bir çaba beklenemez" Işık seli gösterilerine de aldanılmaması gerektiğine dikkati çeken Heidenreich," onların aralarında mutlaka bugün kaldırım kenarında mum yakıp, yarın gözlerini kırpmadan başka bir düzen için eline ışıldak alacak ya da sözleşme imzalayacak olanların" varlığına dikkati çekiyor. Almanya'ya demokrasinin İngiltere ya da Fransa'da oldugu gibi ulaşmadığı yani uğruna savaşılmadığını, ülke insanlarının yenik düştükleri bir anda dışarıdan benimsetildiğini hatırlatıp karamsarlığını dile getiriyor. Almanya'da politikaciların söylemleriyle, davranışlarıyla saldırı olaylarına çanak tuttuğunu, bunun da bir şiddet türü sayılması gerektiğini yineliyor."Bir içisleri bakanı, ya da şimdiki Bavyera başbakanı Steuber karıştırılarak bozulan ırktan sözediyorsa, bununla bir molotf kokteyli fırlattığını da bilmelidir." Alman toplumunu çoğunluk düşkünü olarak nitelendiren yazar, ancak bu çoğunluga ait olanların durumlarının iyi sayıldığını dünyayı gezen Almanlar'ın başka yerlerde başka türlü yaşayan insanlara yaklaşmak gibi bir düşünceleri olmayışından oralarda da kabuklarından çıkmadıkları „sosis ve kıyılmış lahanalarını da birlikte götürdükleri“ saptamasını yapıyor. Bu yalnız sıradan turistler için değil Alman yatırımcılar içinde böyle diyen Heidenreich "Alman yatırımcılarının başka yere gittikleri zaman, orada buldukları koşullar, oradaki isçiler üzerine, onları öylesine küçük gören hor gören bir konuşma biçimleri var ki, insan bunları dinlerse, midesi bulanır." deyip Almanlar'a esnek bir kavram olan hoşgörü yerine "kabul etmeyi" (Akzeptanz) öğrenmelerini bu kibirlilik, darkafalılık ve taşralılığı değiştirecek bir yol olarak öneriyor.

Yüksek Pazarkaya'nın konuştuğu bir diger aydın Almanya'nın yaşayan en önemli sosyal bilimcilerinden Prof. Dr. Walter Jens. Alman P.E.N. Kulübü'nün uzun süre başkanlığını yapan Jens, halen de bu kulübün onursal başkanı. Konuşma ve deneme kitaplarının yanı sıra antik metin çevirileri ve bilimsel kitapları var. Jens Tübingen’de yaşıyor.

"KENDİNİ KURBANIN YERİNE KOY!"

Walter Jens sözkonusu olaylardan çok etkilendiğini ancak bu olayların köklerinin daha derinlerde olduğunu şöyle ifade ediyor. "üstünde durduğumuz zeminin, üstünde çalıştığımız tabanın çatlak olduğunu hep biliyordum. Ama açıkça belirteyim, ben de ilk ürküntü, isterseniz buna ilk kıvılcım diyebilirsiniz, hemen Savaş ertesinde, Nürnberg Yasalarının yorumcusu Bay Globke'nin, Adenauer yönetiminde devletin ikinci güçlü adamı olmasıyla başladı. O andan itibaren ülkemizde Nasyonalsosyalizmi, faşizmi irdelemediğimizi anladım. Birleşme sırasında, Berlin Alexander Meydanı’nın altındaki gamalı haçların hala duruyor olması eski Demokratik Almanya Cumhuriyeti'nin antifaşizm düzeninde de Nasyonalsosyalizmin hiç irdelenmemiş olduğunu açıkça gösterdi. Ne orada irdelendi, ne burada çözümlendi." Walter Jens Almanlar'in kendilerini saldırıya uğrayanların yerine bir an için koymalarının yerinde olacağı kanısında. "Yıllar önce Sieberberg, şöyle bir şey söylemişti: "Tamam. Kurbanlar, toplama kampları. Ama ben kenardaki nöbetçilerin düsüncelerini de irdelemeyi deniyorum... Bense bunun tam tersini yapmanın daha doğru olduğunu söylemek istiyorum. Kendini kurbanların yerine koymak, tek onurlu ve tek doğru olandır. Yazar,-onun konumunu belirleyen de budur-, bedeli ödemek zorunda kalanların yanında olmalıdır. Mazlumların yanında durmak zorundadır. Doğallıkla, dilsizlerin dili olmak zorundadır. Bu doğal görevidir. Belirleyenler değil, belirlenenler için kullanmalıdır oyunu. Yani onun konumu, tehdit altındakilerin, çoğu iktidar karşısında narin, çelimsiz olanların yanında olmayi gerektirir. Yani, bana göre, çakallarla birlikte ulumamalıdır, yoksa asıl işine sırt çevirmis olur." Ayrıca yazar yüksek okullarda, üniversitelerde daha fazla yabancı öğretim elemanının bulunması gibi sayısız aydınlatma olanakları olduğunu da belirtiyor. Yabancıların toplumun her kesiminde doğru orantıda temsil edilmesini ve bu yapılırken de göstermelik,örnek yabancılara değil normal insanlara hak tanınmasını aksinin ayıp olacağını söylüyor. Konuşmanın bir yerinde yalnızca yabancıların sorunlarını irdeleyen bir karşı televizyon kanalı olmasını düşlediğini böylece çok seyler öğrenilebileceğini vurguluyor. "Oysa ben, Almancası çok kıt olan büyükbabanın ne dediğini, iki dil arasinda gidip gelen babanın ne dediğini ve gerçek bir Köln ya da Münster şivesi konusan oğulun ne dediğini, bilmek isterim. Onlar, sorunlari nasıl görüyorlar? Hangi deneyimleri yaptılar? Ayrımlar nasıl?" Bu konuların uzun uzun, aça aça ve otantik olarak konuşulması gerektiğini anlatıyor. Konuşmanın bir yerinde Almanların ezilmenin ve şiddet uygulanmanın, başlarına gelmedikleri için bilmediklerini ancak Doğulular'ın sorunları olduğunu söylüyor. "Kırk yıl boyunca bu evi bütün güçlüklere karşı korudum, ama şimdi kendinden menkul bir eski sahip çıkıyor ve bütün bunları elimden almak istiyor." deyip ne olursa olsun herşeye rağmen bir ülkenin onurunun da, inançlılığının da, kendisine sığınan insanlara nasıl davrandığıyla ölçüldüğüne dikkat çekiyor.

Kitaptaki altıncı konuşmaci "Aylık Kart", "Yavaşlığın Keşfi", "Selim ya da Konuşma Yeteneği" adli Türkçeye çevrilen romanları ile Türkiye'de de yakından tanınan Sten Nadolny. Uzun yıllar Türkiye'de de bulunan Nadolny'nin dedesi Atatürk Türkiye'sinin Almanya büyükelçisidir.

"DEVLET BAŞA.."

Nadolny tüm olan bitene ancak devletin dur diyebileceğini sandığını dile getiriyor. Yüksel Pazarkaya'nın Almanlar'in üçte ikisinin de güçlü bir adam beklediğini hatırlatması üzerine güçlü adamla, devletin iki ayrı şey olduğunun altını çizip devletin insanları korumakla yükümlü olduğunu, güçlü adamın "bilinçli ve işleyen bir devletin tam tersi olduğunu söylüyor. Nadolny'e göre Alman gençleri ile ilgili eğitimsel pek çok hata yapılmaktadır. Herşeyden önce bu gençlerde benimsendikleri duygusunun uyandırılması, eğitsel yöntemin yalnızca nesneleri olmadıkları görevlerinin yalnızca not alıp sınıf geçmek ve mezun olmaktan ibaret bulunmadığı duygusuna sahip olmalarının sağlanmasi gerektir kanımca. Onlara gösterilen ilgide, kendilerine yönelmede, onları algılamada bir eksiklik var bence. Bütün toplumda aynı durum... Doğuda da batıda da kanımca gençlik kanıksattırılmış ve bir çesit kenara itilmiştir." Konuşmasının bir yerinde Nadolny Almanya'nın insani konularda hiçbir zaman bir örnek teşkil edemeyeceğini şöyle anlatıyor. "Ayrıca örnek alınarak peşine takılınacak Batılı bir devlet de tanımıyorum. Amerika da değil, Almanya da değil bu. Bildiğim, o konuda örnek olabileceğimiz belki de tek şey su ve banyo tesisatlarını en iyi, en mükemmel biçimde becermemizdir. Ya da nakit para otomatlarının ve bütün telekomünikasyon donatımlarının bozulmadan çalışacak biçimde yerleştirilmesi filan.

Para ve „know how“ bizde bu alanlarda birikti işte. Tabii başkaları da bunlara bizim yaptığımız nitelikte sahip olmak istiyorlar. Bunu onlara gösterebiliriz. Ama azınlıklar konusunda, eğitim, ya da örneğin gençlerin, çocukların, yaşlıların vb. insansal sorunlarına nasıl yaklaşılacağı, bunların nasıl ele alınacağı, nasıl algılanacağı gibi konularda hiç de örnek sayılmayız. Evet, aslında bu durum da son şiddet olaylarıyla ortaya çıkmadı. Ben, bunu hep böyle gördüm." Nadolny, Pazarkaya'nın Mölln ve Solingen'de yakılan evlerdeki kurbanlar üzerine şiir ve öykü yazmak mümkün mü? sorusunu "Evet" diye yanıtlıyor ve Adorno'nun Ausschwitz ile ilgili bu lafla bu konuyla ilgilenmediği için ne demek istediğini bilmediğini ancak korkunç olaylar oldu diye de tam da en önemli şeyi bir kenara itemeyiz kesinlikle deyip "kanımca uzun vadede barbarlığı, nemelazımcılığı ve kanıksamayı dengelemek için en önemli sey öykülerdir... Bunu en iyi öyküler yapar... şiirler yapar..." diye ekliyor.

Yüksel Pazarkaya'ya göre kitabin son bölümü bir yerde bütün bu konuşmaların toplamı ve bileşimi anlamında. Son konuşmacı yapıtlarıyla birçok ödül de kazanan, özellikle çok kültürlü ve çok dilli Almanya toplumu söz konusu olunca, düşüncesine öncelikle ve en çok başvurulan yazarlardan Aras Ören. Berlinliler'in yakından tanıdığı Aras Ören'in şiir, roman ve öykü türünde otuzun üzerinde kitabı var.

"TAŞRALI KÜLTÜRÜN HIZLANMASI..."

Aras Ören Mölln, Solingen olaylarını bu yüzyılın en büyük dönüşümlerinden birine bağlamak istediğini söylüyor. Olayların Almanya ile sınırlı olmadığını blokların yıkılması sonrası birdenbire tüm Avrupa çapında başladığını belirtiyor. Ören'e göre kendi içine kapalı olarak kırk yil süregelmiş DDR rejiminin yıkılmasından sonra doğulu halkın batıya da karışmasıyla zaten Almanya'da popüler olan taşralılık kültürü daha da hızlanıyor. "DDR-Polonya örneğinde varolan taşralılık, yabancı kültürü tanımamak, yabancıyı kendine düşman saymak, halk arasında gizliden gizliye yaygın olan, birahane sohbetlerinde devamlı ortaya dökülen bu olgu, bazı zamanlarda devletin politikasi olmaya başlıyor. Yani devlet, politikasını, var olan bir olgu üzerine kuruyor ve onu kullanıyor. Bence tehlikeli olan da zaten bu." Konuşmanın ilerleyen bölümlerinde İstanbul'un da taşralı zihniyetin kozmopolit metropole hakim olmasiyla kayboluşunu Berlin'in bu gün taşralasmasina benzeten Ören, "Peter Schneider'e mektuplar" adlı kitabında "Hayatımda bir kez İstanbul’u kaybettim, Berlin'i kaybetmek istemiyorum." adlı dizelerini anımsatıyor. Azınlıkların eksiklikleri sözkonusu olduğunda "Bir çoğunluk kültürü içinde yasayan azınlıklarin üreteceği kültür, çoğunluk kültürünün değismesinde, daha üst bir düzeye ulaşmasında motor işlevi yüklenmiştir“ savını ileri sürüp sözünü ettiği kültürün Türkiye'den birlikte getirilen, ithal edilen, insanları gettolaştıran, klişelestiren kapalı, konserve bir kültür olmadığını burada azınlıkların varlıklarını, hayat haklarını idame ettirebilmeleri için çoğunlugun oluşturdugu kültüre denk düşecek kalitede oluşturulacak bir kültür olarak anlaşılması gerektiğini hatırlatıyor. "Yani ben yazar olarak, yazdıklarım için 'aa ne güzel, sen burada kendi içinde kapalı kalan, konserve ettiği kültürü içinde kapalı yasayan Türk toplumundan bize haber veriyorsun’ dedikleri zaman alınıyorum. Bana şöyle dedikleri zaman göneniyorum: 'Senin ürettiğin yazın (edebiyat), benim yazınıma bir katkı oluyor, benim düzeyimi biraz daha geliştirmeye yardımcı oluyor. Ya da öyle demelerini istiyorum. Öbür türlüsü, "Aa bak, sen ne güzel yapıyorsun, diyorlarsa, senin getirdiğin o dondurulmuş kültürü beğenenler çıkıyorsa, bil ki, onlar senin yükselmeni istemeyenlerdir."

Yüksel Pazarkaya1940 yılında İzmir'de doğdu. Liseyi bitirdikten sonra 1958 yılında bursla Almanya'ya geldi. Stuttgart Üniversitesinden kimya yüksek mühendisi diploması aldı. Sonra edebiyat bilimleri ve felsefe okudu.

"18. Yüzyıl Alman Edebiyatında Tek Perdelik Oyunların Dramatürjisi" konulu doktora çalısması kitap olarak yayımlandı.

WDR-Köln -Radyo Türkçe yayınları yönetmenliğinden emekli olarak ayrılan Pazarkaya Köln'de yaşıyor.

1989'da Adalbert-von-Chamisso Ödülü'nü, 1991'de Dr. Orhan Asena Oyun Ödülü'nü, 1993'de Salihli Belediyesi Oyun Ödülü'nü ve 1994'de Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülü'nü kazandı.

Türkçe ve Almanca, telif ve çeviri elli kitabı yayımlandı bugüne dek. Şiirleri, Fransızcaya ve Yunancaya çevrildi. Alman televizyonu için diziler hazırladı. Kitapları Türkiye'de Cem Yayınları arasında çıktı:

Karanlıktan Yakınma, Şiirler, 1987; Dost Dolayları, Şiirler,1988; Ben aranıyor, Roman, 1989; Sen dolayları/Sevgi Dolayları/Umut Dolayları, Şiirler, 1992.

Mediha ve Ferhat'ın Yeni Acıları adlı oyunları Devlet Tiyatroları’nda sahnelendikten sonra Kültür Bakanlığı yayınları arasında yayımlandı.

 

Hayati Boyacıoğlu

Alle Karikaturen, Fotos und Schriften(c) siyah-beyaz.com. Jegliche Verbreitung nur mit schriftlicher Genehmigung.
 

9.08.04 von HB                                   ZURÜCK  (-------((