Türk Tiyatrosunun
Türkiye Ve Dünyada Yeri
Sayın Metin And, sizce Türk
Tiyatrosu'nun dünyadaki yeri nedir?
-Türk tiyatrosundan sözedilince iki ayrı şey düşünmek lazım. Bir bize özgü,
bizim yüzyıllar boyu geliştirdiğimiz, adına toptan Geleneksel Türk
Tiyatrosu dediğimiz bir tiyatro var ki, bu yazarsız bir tiyatrodur ve daha
çok doğaçlamaya dayanır.
Bunun içine Karagöz,
meddah, ortaoyunu, kukla ve daha başka seyler, hatta eskiden var olan sanat
dansı girer.
Bu yanıyla bakıldığında Avrupalılar Türk tiyatrosuna büyük ilgi
gösteriyorlar. Nitekim sözgelimi karagözcülerimiz ülkemizde iş bulamıyorlar
-çocuklar da Karagöz'den hoşlanmıyor, tabii büyükler hiç hoşlanmıyor- buna
mukabil onlar Japonya'ya ,İngiltereye gittiklerinde büyük ilgi
görüyorlar.İnsanlar dili anlamamalarına rağmen büyük ilgi gösteriyorlar
Karagöz'e. Ben buna özellikle Japonya'da tanık oldum.
Karagözcülerimiz on bir büyük
tiyatroda Karagöz temsilleri verdi. Biletler paralıydı ve tiyatrolar tıka
basa doluydu. Dili anlamadıkları halde Karagöz'e gülebiliyorlardı Japonlar.
Çünkü Karagöz'ün yapısı evrensel, edebi metne dayanan tiyatronun ise bu
şansı yok. Çünkü dil bir engel oluyor. Müzik gibi değil. Sinema bir ölçüde
ve ağır olduğu, görüntüsü kuvvetli olduğu için seyredilebiliyor. Fakat
hiçbir yabancı, dili bilmiyorsa Türk tiyatrosundan zevk alamaz.
Hatta bu dil işini daha da ileri götürebiliriz. Şöyle ki; eski çağlara ait
bir oyun, aynı dili konuşan bugünün seyiricisi için bile bir engel teşkil
ediyor. Bir örnek vereyim: Ben uzun yillar önce Shekeaspere'den bir oyun
seyrettim."Kuru Gürültü". Bunu sahneleyen yönetmen ise Zefirelli. Zefirelli
bakmış Sheakespare'nin o gün kullandığı sözcükler bu gün de var ama artık
başka anlamlarda kullanılıyor ve aynı sözcükleri bugün kullansa Sheakespare
artık başka anlamlara gelmiş olacak, onun için Sheakesparer'i İngilizceden
yine İngilizceye çevirmeye karar veriyor. Ancak Sheakespeare. büyük bir
şair olduöu için bunu da ancak bir şair yapabilir düsüncesinden yola çıkıp
çeviri işini büyük İngiliz şairi Robert Greas yapıyor.
Anlatmak istediğim, edebi metin her zaman tiyatro için bir engel. Tiyatro
aslında görmek, bakmak demek. Halbuki günümüzde özellikle Türkiye'de bakılan,
seyredilen bir şey yok. Daha çok dinlenilen bir şey var.İki aktör karşılıklı
konuşuyorlar. Görsel hiçbirşey yok. Bunu Avrupa için de söyleyebilirim. Oysa
bazı tiyatro adamları edebi metni geri plana itip görselliği ortaya
çıkarıyorlar ki, doğrusu da bu. Yani göz kulaktan üstündür. Hatta yalnız göz
olabilir. Böyle tiyatrolar da var.
TİYATRONUN ON ÜÇ DİLİ VAR
Tiyatronun on üç dili var. Birincisi; sözlü dil, sonra,
sözlü dilin üstünde tonlama dili var.
Bunla ilgili bir anımı
anlatmak isterim. Ben Galatasaray Lisesi'nde okuduğum yıllarda, her yıl
Fransa'dan gruplar gelip okulda temsiller verirlerdi. Bir yılda gelen
aktörlerden biri Fransızlarca kutsal sayılan bizde de masalcı olarak bilinen
ünlü şair Lafonten'den ünlü Karınca ile Ağustos Böceği Masalı'nı okurken
öyle tonladı ki, karıncanın çalışkanlığı ile alay edip, ağustos böceğinin
ise sanatçı tarafını öne çıkardı. Metnin kelimesini değistirmeden sırf
tonlamayla rolleri tamamiyle tersine çevirdi. Bu da tonlamanın çok büyük bir
silah olduğunu gösterir.
Daha sonra Kinetik adini verdiğimiz aktörün hareketleriyle ilgili dil
geliyor. Gözler, yüz ifadesi, başın boynun oynaması, kollar, bacaklar ve
bütün vücudun hareketi başlı başına bir dil olusturuyor. Bu dili Avrupa
sahnelerinde de, tabii vücutlarını eğitim sırasında ve sonrasında
geliştirmedikleri için Türkiye sahnelerinde de pek göremiyoruz. Bu dili
kullanamıyorlar.
Daha sonra makyaj, saç sakal geliyor ki, bu da ayrı bir dil. Bunlar
karakteri ortaya çıkaran ögelerden. Kostüm. Aktörün elinde taşıdığı
aksesuarlar da çok önemli katkılarda bulunuyor. Bir bastonla çok seyi ifade
edebilirsiniz. Nitekim doğu tiyatrosuna bakarsak yelpaze kullanıyorlar, onla
dansediyorlar ve yelpazeyle pek çok şeyi ifade ediyorlar. Mendil de öyle.
Hatta mendil bizde bir iletişim aracıdır. Eskiden, Osmanlılar zamanında da
bu böyleydi. Köyde kırsal kesimde bugün bile bu böyledir. Yani bir mendilin
rengiyle, tutuluşuyla karşısındaki erkeğe veya başka birine bir mesaj
gönderebilir. Bu bakımdan bu tür objeler önemlidir. Bu objeler bazen bir
çağı da belirtebilir. Mesela bir İngiliz piyesinde bir enfiye içildiğinde o
aristokratça içilmelidir. Sonra kalıcı bir dil olan dekora da değinmek lazım.
Dekor denilince illa boyalarla, tahtalarla yapılmış bir dekor anlaşılmamalı,
bomboş bir sahne de bir dekor olabilir.
Bununla ilgili olarak aktörün dışındaki dilleri söylüyoruz. Mesela ışıklar.
Işıklarla çok şey yapılabilir günümüzde. Vurgulanmak istenen seyler
aydınlanabiliyor, diğer taraflar karanlıkta kalıyor.Isıkların renkleriyle
puslu, sisli hüzünlü atmosferler yaratılıyor.
Ayrıca işitsel ögeler var. Sahne efektleri, ses efektleri ve müzik... Sonra
bir de insanla insan arasında, insanla dekor ve eşyalar arasında ve aktörle
seyirciler arasindaki mesafeler de bir dil oluşturuyor. Sözgelimi şurada
oturuyoruz. Uzaktan bakan birileri konuştuklarımızı hiç duymadan bile Orada
oturanlar ahbap ama iki kişi daha hararetli konuşuyorlar diye anlam
verebilir. Perde açıldığı zaman sahnede bir aile oturuyorsa, seyirci
oyuncular hiçbirsey söylemeseler de onların ilişkilerini çıkarabilir. Bu
progsemik dedikleri antropolojinin vardığı bir sonuç ve gayet kuvvetli bir
dil bu. Yani Kinetik ve Progsemik dediğimiz harekete ve mesafeye dayalı iki
dil daha çıktı ortaya.
Bunlardan da anlaşılıyor ki, tiyatroda çok kuvvetli bir dil var ve bütün
bunların kuralları da olması lazım ama bizde aktör hareket deyince konuştuğu
seyi vurgulamak için kullanılan birşeymis gibi algılıyor, halbuki hareketten
kasıt bu değil, Zeki Müren şarkı söylerken kalbim dediği zaman elini
kalbinin üstüne koyar, sözleri bir tür oynar, bunun hiç bir kıymeti yok iki
defa aynı şey vurgulanmış oluyor. Buradaki kastedilen hareket sözün
söylemediği şeyleri ortaya çıkaran hareket. O bakımdan çok önemli. Tiyatroda
sözden vazgeçebiliriz ama görsellikten vazgeçemeyiz. Sinemada da bu böyle.
Burada önemli bir problem genellikle Avrupa tiyatrosu özellikle de Türk
tiyatrosu bakımından şu , çok edebi metne bağlı kalınıyor. Bunun için de
tiyatro bir konuşma tiyatrosu olarak gözüküyor.
Temalar da aslında evrenselliği olmayan temalar. Örneğin İbsen'in Hortlaklar
diye bir oyunu var. Oyunun sorunu Frengi hastalığı. İbsen o zamanların bu
korkunç hastalığını bir sosyal sorun olarak koymuş. Bu oyunla ilgili
yazdığım eleştirimin baslığını "Penisilin öncesi bir oyun" koydum. Yazarlar
da evrensel konuları işlemiyorlar.İlle de toplumsal bir mesaj, toplumsal bir
oyun. Bunlar da İbsen'in oyununda olduğu gibi geçici oluyor. Yazarların
işlemesi gereken konular çok evrensel olmalı tiyatroda.İlk insandan bu güne
kadar olan insanın evriminde daima önemli olan insanın evrenle
hesaplaşmasıdır.
Bu genel bilgilerden sonra Türk Tiyatrosu'na dönelim isterseniz. Sizin
uzun yıllardır Türkiye'de tiyatro oyunu izlemediğiniz söyleniyor. Bunun
sırrı nedir?
Evet, yaklaşık 12 yıldır Türkiye'de tiyatroya gitmiyorum. Sebep şimdiye
kadar anlattıklarımda yatıyor. Yani yapılagelen tiyatrodan sıkılıyorum. Bu
yurtdışında da pek farklı değil durum öyle. Ama söz konusu bizim tiyatromuz
olduğuna göre bizde haydi haydi öyle.
Görmeye değer birşey olmadığı sürece, tiyatro metni iyi bir metinse -benim
düsünceme göre- ben bu metni alırım, gider evimde okurum ve tiyatroda
sahnelendiğinden çok daha iyi hayal ederim metni. Belki hayalimde
tiyatrodaki figürleri çok daha iyi hayal edebilir, çok daha iyi
giydirebilirim.
Aslında bizde ve Avrupada'ki en büyük eksiklik su: Her sanat eserinde
anlamına kolayca varılamayan bir taraf, bir eğrilik vardır. Bu anlam arama
esere bir açık biçim kazandırıyor. Örneğin bir Picasso'yu izlerken onu
anlamaya, çözmeye çalışıyoruz ama herşeyi yerli yerinde bir peyzaj izlerken
orada hiç efor sarfetmiyoruz. Tiyatro ve sinemanın konusu da insan. Bizim
tiyatroda da insanları tüm ayrıntılarıyla giydiriyorlar, hiçbir ekonomi yok,
duvarlarda tablolar, masalarda biblolar, herşey yerli yerinde. Böylece
seyirci pasif duruma düşürülüyor. Hiçbir yorum yapamıyor. Verileni kabul
etmek zorunda. Ben bu doğada bir insan değilim. Ben herşeyin biraz
karanlıkta kalmasından yanayım. Eşyalar filan bu kadar açık seçik olmasın.
Onu biz çözelim, yaratalım. Yani seyirci yaratsın. Günümüz sineması bunu
yapıyor. Bazı filmlerde bunu izlemek mümkün.
Sayın Ant, isterseniz sinemaya hiç girmeyelim bu söyleşimizde. Türk
tiyatrosuna dönelim yine. Dışardan da olsa izlediğiniz kadarıyla, gördüğünüz
hiçbir olumlu şey yok mu?
Ürünler olsa olsa oyun metinleri olabilir. Yoksa bizim aktörlerin dünya
tiyatrosuna getirdikleri hiçbir sey yok. Yetişme tarzları bir kere kötü.
Üstelik bir aktörün dışarda nasıl oynadığı pek tanınmaz. Bizimkiler dışarı
turnelere giderler filan ama yine onları oralarda yaşayan Türkler, ya da
hatır için gelmiş bazı yabancılar seyreder. Aslında başka İslam ülkeleri,
mesela Tunus, Fas, Cezayir'de, oradaki yazarlar iki dilli olduklarından olsa
gerek -Mısır'da öyle- ürünleri Avrupa'da el üstünde tutuluyor. Bu bizim oyun
yazarları için böyle değil. Aslında iyi oyun da aranıyor her yerde. Ama
önemli olan zaten metin değil. Ben oyun metnini tiyatronun yaratıcısı olarak
görmüyorum. Yani edebiyat tiyatronun yaratıcısı değildir. Öyle ki, şiirin
yaratıcısı şairdir; resmin yaratıcısı ressamdır. Bu mantıkla tiyatronun
yaratıcısının da tiyatrocu olması lazımdır. Bu eskiden böyle olmuş. Mesela
Antik Yunan Tiyatrosu'nda Sophokles, Euripides gibi insanlar pek çok seyi
birden üstlenmişlerdir.
Ben sizi sıkıştıramayacağım galiba. Hiç mi olumlu bir şey yok? Yani: "Bak
şu grup fena değil mesela" diyebileceğiniz görsel açıdan da bir şeyler sunan
hiç bir tiyatro yok mu?
Yok... Hiçbirsey yok... Yalnız duyduğum kadarıyle birtakım gençler kendi
aralarında bu yönde birtakım denemeler yapıyorlar. Benle de gelip fikir
alışverişinde bulunuyorlar.
Özel tiyatrolar zaten daha çok geçim derdinde. Tiyatrolarını yaşatma
çabasındalar, dolayısıyle onların her yaptığına ben saygıyla yaklaşıyorum.
Ama Devlet Tiyatroları'nın hiçbir riskleri yok, herşeyleri Türkiye
ölçülerinde devletçe karşılanıyor ve ben bunlardan artık ümidimi kesmiş
durumdayım. Ben bunların bırakalım dünya tiyatrosuna, Türk seyircilerine
bile söyleyecekleri hiçbirsey olduğunu zannetmiyorum.
Dışardan bakıldığında tiyatroculuk iyi para getiren, toplumda saygınlığı
olan bir meslek görünümünde. Ne diyorsunuz?
Tiyatro seyircisine bağlı bir olay. Şimdi eskiden çok ilgi vardı tiyatroya
Türkiye'de. Zamanla tiyatrocular bu seyirciyi bozdular. Seyirci de bir
bakıma tiyatroculara sırt çevirmis durumda.
Salonlar bos değil. Bunu söylemek istemiyorum ama kalite önemli. Çünkü
seyirci ve tiyatro birbirlerinin tamamlayıcıları. Yani seyirci iyi olursa
tiyatro iyi, kaliteli oluyor. Tiyatro kaliteli olursa, seyirci kalitelenir.
Bu kopukluk göze çarpmaya basladı. Halbuki böyle birşey yoktu. Bu fark
giderek daha da büyüyor.
Benim tek arzum, yazar olmasın demiyorum, ama tiyatrocular da olsun.
Sinemaya girmeyelim diyorsunuz ama ben yine de değinmek istiyorum. Sinema,
tiyatroya göre daha yeni bir sanat. Ama boynuz kulağı geçer derler.
Sinema da tiyatroyu geçti.
Çünkü sinemada bir yaratıcı var. O da yönetmen. Orda da senaryo dediğimiz
bir metin var ama film tamamiyle rejisörün kontrolü altında. Hatta öyle
rejisörler var ki, metni de kendileri yazıyorlar.
Ama artık tiyatroya ihanet etmeye başladınız...
-Hayır bunları tiyatroyu çok sevdiğim için söylüyorum. Tiyatro da bu yolu
tutarsa eski gücünü kazanır diyorum. .
Yani tiyatro reji ağırlıklı mı olmalı?
-Hayır ama tiyatrocu ağırlıklı olmalı. Yani burada iki unsur var. Birincisi
seyirci, ikincisi oyuncu. Oyuncu derken, onun içine rejisör de giriyor. Ya
oyun yazarı tiyatrocu olmalı, ya da oyun yazarı bir tiyatrocu kadar
tiyatroyu bilmeli. Bizde pek öyle birileri yok. Yahut da söz ve fikirlerini
dikte ederek oyuncularla yazmalılar. O zaman iyi netice alınabilir.
Artık müzelik olan eski klasiklerin oynanmasına gelince burada da dikkat
edilmesi gereken şeyler var. Bunları yepyeni bir şekilde, tozlarını
silkeleyerek ele almalı. Sahneye konulacak bir metin artik dokunulmazlığı
olan kutsal bir kitap değildir. Üzerinde çalışmalar gerekir. Tiyatrocu onu
istediği gibi evirip, çevirip, değiştirip o şekilde sahneye koymalı. O zaman
bu tiyatro bir canlılık kazanabilir.
Bir de günümüzde üzerinde çok konuşulan, araştırılan bir konu var: Tiyatroda
"İnterkültürel" unsurlar. Simdi tiyatroda uzun zaman Batı tiyatrosundan
yararlanıldı. Uzak doğuya kadar gidiyor bu yararlanma işi. Şimdi ama bu çark
artık tersine dönmeye başladı. Şimdi Batı, doğu tiyatrosundan yararlanmaya
başlamış durumda. Mesela Amerikalılar, Avrupalılar Japon tiyatrosunu, Hint
tiyatrosunu çok iyi tanıyorlar, oralara öğrenci gönderiyorlar aktörlük
eğitimi için. Yani aktörün ön plana çıkması. Aktörün tüm vücudunu,
bakışlarını kontrol edebilmesi önemli. Doğu bu konuda önemli.
Benim gezdiğim Japonya, Çin oyuncu okullarında bunlar öğretiliyordu.
Amerikalı bir gencin Çin tiyatrosunu öğrenmesine tanık oldum. Yani günümüzde
artık bütün bu kültürler birbirlerine yaklaşıyorlar. Nitekim benim birkaç
yıl önce İngilizce olarak yayımladığım kitabım bu konuyu ele almakta. Adını
Türkçe'ye "Kavşaktaki Tiyatro" olarak çevirebiliriz. O kitapta eksen Türk
kültürü olmak üzere, tiyatroyu bu interkültürel açıdan ele aldım. Hititler,
Sümerler gibi eski uygarliklardan günümüze bir köprü olduğu gibi, değisik
coğrafyalar arasındaki kültürel farklılıkların üzerinde kurulmuş gösteri
sanatları. Aralarında ortak biçim özellikleri var.
Bugün Türkiye'nin geçmişindeki tiyatro da çok önemlidir. Mesela İtalyan
Dario Fo oyunlarında yüzde doksanbeş oranında İtalya Commedia De'l Arte Halk
Tiyatro sanatından yararlanır. Bu oran bizde yüzde bir bile değildir. Böyle
miraslardan yararlanmasını bilmiyor, onları küçümsüyoruz. Oysa o zamanlar
kullanılmış öyle yöntemler var ki, oradan hareketle yepyeni modern bir
tiyatro kurulabilir.
Bizimkiler batının dümen suyuna gittikleri için bir bakıyorsunuz, Bertolt
Brecht modası çıkıyor. Bu bir furya oluyor. Üstelik Bertolt Brecht'i de iyi
Almanca bilmeyen birileri -onun iyi bir şair olduğunu unutarak- tutup
çeviriyor. Çevirenlerin çoğu da Fransızcadan filan çalakalem çeviriyor.
Bertolt Brecht'in sadece sosyalist biri olduğu öne çıkarılıp, onun çok iyi
bir tiyatro adamı, çok iyi bir şair olusu ikinci plana atılıyor. Bu bakımdan
bizde daha çok taklitçilik hakim. Taklitçilikle de hiç bir yere varılamaz...
Ne içerde, ne dışarda yerimizi alabiliriz.
Bilmiyorum, tiyatroya niye gitmediğimi anlatabildim mi? SIKILIYORUM...
O koltukta bir ömür geçirdim ben. Artık uykum geliyor o koltukta, çünkü
sahnede bana heyecan verecek hiçbirsey göremiyorum.
Söyleşi: Hayati Boyacıoğlu
Alle Karikaturen und Schriften(c) Hayati Boyacıoğlu. Jegliche
Verbreitung nur mit schriftlicher Genehmigung.
Yazı, fotoğraf ve
karikatürlerin her türlü (c)hakkı
saklıdır, izinsiz yayınlanamaz.
|