Berlin'den bir tiyatrocu geçti
ERHAN YENER'in ANISINA
Bir deliyi
canlandırıyordu. Herşeyi söyleme özgürlüğü vardı delinin.
O özel hayatında da sık sık "Ben deliyim, söylerim" diye başlayıp, yalnız
delilerin söyleyebileceği gözüpeklikte eleştirilerini sıralardı. Seyirciler
nefeslerini tutmuş, büyülenmiş gibi sahnenin ortasındaki elmacık kemikleri çıkık,
avurtları çökmüş, kara kuru adamı izliyorlardı.
Çıt yoktu. Anlatılması da oynanması da güç bir oyundu. Herkes dikkat kesilmiş,
hiçbir sözcüğü, hiçbir mimiği kaçırmamaya gayret ediyordu.
En
iyi ve en keyifle oynadığı roldü bu. Çok zayıf düşmüstü, yorgundu. Son cümlesini
söyledi. Işıklar söndü. Birkaç saniye sessizlikten sonra tiyatronun, oyuncunun
büyüsünden ancak kopabilen seyircilerden müthiş bir alkış koptu. Sağ elini
kalbinin üstüne götürüp hafifçe, saygıyla eğilerek seyircilerini selamladı.
Alkışlar bitmiyordu.
Işıklar söndü. Tekrar yandı. Sahne boştu, oyun bitmişti... Fötr şapkası,
yakalarını kulaklarına kadar kaldırdığı kalın paltosuyla sokakta oyuncuyu
görenler korkabilir, sokağın karşı tarafina geçmeyi düşünebilirlerdi. Silahını
çekip her an ateş etmeye hazır bir kovboyu andırıyordu. Üstelik "Kötü Adam" tipi
vardı.
Sırtında asılı silah deposuna benzer çantasında hep son oyununun metni, el
ilanlari, afişleri bulunurdu.
Nerde oturduğunu pek bilen yoktu. Adresinin boyuna değiştiğini söylerdi.
Alışılagelmişin dışında onu aradığınızda filanca kahvede değil her zaman gittiği
o kitapçı dükkanında bulurdunuz. O dükkan biraz da onundu. Ne yapar eder,
arkadaşlarıyla konuşurken lafın bir yerine "bizim buraya gel, buluşalım" filan
gibi bir cümle sokar ve mekanı, kitapçı dükkanını vurgulardı.
Tiyatrodan geçindiğini gururla, üstüne basa basa söyler "Onlar verse ben
almayacağım, aha buraya yazıyorum!" diye belki ona zaten hiç verilmeyecek başka
tiyatro yapan, yaparmış görünenlerin havada kapacakları, varoluş sebepleri
paralara tenezzülsüzlüğünü dile getirirdi. Oyunlarını bazen hiç para almadan bir
derneğin yararına oynadığını görürdünüz. Bu büyük bir hediyeydi onun için. Nede
olsa en değer verdiği şeyini oyununu veriyordu.
Hep doluydu. Hep kahırlıydı. Yüz hatları da bu doluluğun, kahrın resmi gibi
derindi."Olmaz böyle şey!" diye başlayan cümleleriyle tüm olmazları sıralar,
sıralardı. Kırgındı. Kendisini buraya çeken sevdiği tiyatrocu arkadaşlarının onu
yarı yolda bıraktıklarını söylerdi hep. Belki bu yarı yolda bırakma onun
yararına da olmuştu. çünkü böylece kendi göbeğini kendi kesme durumunda kalmış
ve yaratıcılığını da kullanarak boyuna üretmiş üretmişti. Ama doğrusu bu ya, en
iyi rolü bu roldü işte. Delilik ona yakışıyordu.
Küskündü. Onu hep yalnızlığı sever sandılar. Severdi de. Ama paylaşmayı da,
insanlarla birlikte olmayı da çok severdi. Oysa birkaç yakın arkadaşı dışında
-tiyatrocularca- yalnız bırakılmış, pek ciddiye alınmamıştı. Kimse böyle bir
deliyle uğrasmayı göze alamıyordu. Onunla çalışmak zordu. Rahat rahat tiyatro
yapmak varken kim niye onunla uğraşsındı. Hem o da tiyatrocu muydu? Bırakın şu
deliyi!
Büyük olasılıkla gerçekten de deliydi. Akıllılar gül gibi işlerini bırakıp böyle
manyaklıklarla uğrasır mıydı? Bırakın oyunculuğa soyunmayı, tiyatroya gitmek
bile delilik değil miydi? Bir kitapçıyı adres göstermek akıl karı mıydı yani?
Nasıl bulunacaktı o adres? Hem para yardımı kabul etmemek filan... Yoo o
gerçekten deliydi, hem iyi oyuncu da sayılmazdı. En iyi rolü bu deli değil miydi.
O da deliydi ve kendini oynuyordu işte...
Alkışlar bitmiyordu. Işıklar söndü. Tekrar yandı. Sahne boştu, oyun bitmisti. O
gelmedi. Gecikmeyi seyirciler oyuncunun nazlanmasına verdiler. Alkışlar ısrarla
devam etti. Artık ayağa kalkarak, tepinerek alkışlıyorlardı. O gelmedi. O artık
hiç gelmeyecekti...
Hayati Boyacıoğlu
8.08.04 von HB ZURÜCK (-------(( |